Hoşsâda-153


H O Ş S Â D A
“Âvâzeyi bu aleme Davud gibi sal,
Bâki kalan bu kubbede bir hoşsâda imiş”(Bâki) 
28 Kasım 2008 – 30 Zilkade 1429 Cuma …… sayı: 153
HOŞSÂDA… 153 Haftadır, aralıksız her hafta Cuma günleri devam eden mütevazı bir çalışma…


ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ  
‘Eğitim, Sevgi, Kardeşlik, Güven ve Fedakârlığın Buluştuğu Adres’ 

 
Asrımızın Büyük Alimlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî Hocamız diyor ki:
CENNET KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİL;
MÂLİKU'L-MULK OLAN ALLAH'IN ELİNDEDİR
(Çev: Ömer Faruk Tokat, dar’ul hikme)

Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O'nun değerli elçisi Efendimiz’e salât u selâm ederiz.
Değerli Kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş'in, Türkçe olarak yayınlanan "İslâmî Araştırmalar" dergisindeki "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir" başlıklı yazısını çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle, kardeşleri olan insanları savunma gayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mezkur makâleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiçbir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her müminin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insânî taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Âdem'in çocuklarıyız.
Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının" (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.
            Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin "tekelimizde" olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksa bu iddia hem cinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?
            Cennete girme hususunda "tekelci" bir yaklaşıma sâhip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunu Kurân-ı Kerim haber vermektedir: "Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek, dediler" (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak "Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara, 111) buyurmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sâhipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardır. Allah'a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu "tekelci" iddiadan beriyiz. Biz müslümanlar tekelci değiliz. 
            Ancak Cennete Girmek İçin Kur'ân'ca Belirlenen Birtakım Şartlar Vardır… Şüphesiz Cennet kimsenin "tekelinde" ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini oraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis Cennet, Yüce Allah'ın (azze ve celle) yedinde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur'ân'ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir…
            Kur’ân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ'nın, gerek Hz. Muhammed'in ve hatta bütün peygamberlerin –Allah'ın salâtı ve selamı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah'a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm'in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, "işittik ve îman ettik" teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: "Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler." (Bakara, 285)
            Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette bunu şöyle açıklar: "O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz, bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisâ, 150).         Bütün müfessirlere göre bu âyet-i kerîme Yahûdi ve Hristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya iman ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed'i inkâr etmekte, Hristiyanlar ise Hz. İsâ'ya iman ederken Hz. Muhammed'i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ "İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir" buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir… (devam edecek) 
 

Merhum Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi’nin Dilinden
Son Şeyhülislam MUSTAFA SABRİ EFENDİrahmetullahi aleyh(2)
Müferrih b. Süleyman el-Kavsi (Türkçesi: Tevfik İŞCAN)
 
 
- Bir Daha Dönmemek Üzere Elveda… Bildiğim kadarıyla İttihatçılar, Mustafa Sabri Efendi’yi tutuklamaya çalıştılar ancak Mustafa Sabri Efendi onlardan kurtulmayı başarabildi, bu nasıl oldu?
- Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı Parlamentosunun bir âzâsı iken İstanbul'da Fâtih'in bir mahallesinde oturuyordu. İttihatçılar Parlamentoyu dağıtıp kendilerine muhalif olanları tutuklamaya kalkıştıklarında Sabri Efendi’nin evine de gecenin geç saatinde kendisini bir baskınla ele geçirmek üzere geldiler. Sabri Efendi onların geldiğini fark edince evin arka pencerelerinden birinden atlayarak kaçmış, bir müddet İstanbul'da saklandıktan sonra buharlı bir gemi ile gizlice Romanya'ya gitmiştir. Bir müddet Bükreş'te kalmış ve burada bir ev satın almıştır. Evine bakması için İbrahim Temo isminde, aynı zamanda İttihat-Terakki'nin kurucularından olan bir Arnavut'u vekil bırakır. O da Şeyh’in evini gasp edip kendi mülkiyetine geçirir.
- Yönetim değiştikten sonra Sabri Efendi bir daha dönmemek üzere Türkiye'den ayrıldığında nerelerde ikâmet etmek zorunda kaldı?
- İstanbul'dan ayrılınca Mısır'a gitti. Önce İskenderiye'ye geçti.… Bunun üzerinden fazla geçmeden Şerif Hüseyin, misafiri olarak ikamet etmek üzere kendisini Hicaz'a davet etti. Aynı zamanda Sultan Vahdeddin ve Osmanlı Devleti’nin bazı eski vezirlerini de memleketten çıktıklarında davet etmişti. Bir vapurla Cidde'ye ulaştılar. Şerif Hüseyin kendilerini çok büyük bir resmî törenle karşılamıştır. Sabri Efendi beş ay kadar burada kaldıktan sonra tekrar Mısır'a döndü. Oradan Beyrut'a geçti, sonra da Romanya'ya... zira orada Müslümanlar çoktu ve Romanya Müftüsü Kazan'lı Halil Efendi gibi dostları vardı. Aynı zamanda burada gasbedildiğini öğrenince çok şaşıracağı bir evi vardı. Oradan Yunanistan'a, Gümülcine şehrine geçti; burada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte İslâmî bir gazete olan “Yarın” gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazeteyi İslâm âleminin birçok noktasına dağıtıyor, Türkiye'ye de ulaştırıyordu. Yunan tarafını Başbakan Venizelos'un temsil ettiği Türk-Yunan antlaşmasının ilk maddelerinden biri Yarın gazetesinin yayınına son verilmesi ve Mustafa Sabri Efendi'nin Yunanistan'dan çıkarılmasına neden oldu. Böylece Yarın gazetesi fiilen kapanmış oldu.
Çilenin Böylesi…
Bu arada Sabri Efendi de sadece Hıristiyan din adamlarının ve dindar Hıristiyanların yaşadığı bir Yunan adasına nakledildi. Efendi burada son derece endişeli ve sıkıntılı bir durumdadır, zira burada ölürse cenazesini papazların kaldırmasından ve onların mezarlığına defnedilmesinden korkmaktadır. Bu sebeple de buradan herhangi bir İslâm memleketine gidebilmek için girişimlerde bulunur. Kendisini sığınmacı olarak kabul etmeleri için Müslüman memleketlerin devlet başkanlarına mektuplar yazar, fakat hiçbirisi kendisine müsbet cevap vermez. Son çare olarak oğlu İbrahim'le birlikte Atina'ya gidip bütün Müslüman devletlerin sefaretlerini tek tek dolaşmaya başlar. En son Mısır Konsolosluğuna giderler. Konsolos iyi bir insandır ve kendilerine Mısır vizesi verir. Vizelerle birlikte ailesinin yanına dönerler ve topluca Mısır'a giderler. Mısır'a gitmezden önce Hıristiyan din adamları Sabri Efendi’ye gelerek mülteci olarak sığındığı halde kendisini sınır dışı eden Yunan Hükümeti aleyhinde dava açmasını, kilisenin bütün keşişleri ve rahipleriyle birlikte arkasında olduğunu söylemişler ancak o buna râzı olmamıştır.
- Mısır… Mısır'a yerleştikten sonra Mısır hükümetinin kendisine çok misafirperver davrandığını duymuştum, bu doğru mudur?
- Evet doğrudur. Evkaf nezaretinde temsilci idi; bu vazifesinin karşılığı olarak kendisine oniki Mısır Cüneyhi maaş bağlanmıştı. El-Kavlü'l-Fasl isimli kitabı yayınlanıp Mısır'a yayıldığı zaman Veliaht Mehmed Ali Paşa sarayının erzak sorumlusu Muhtar Bey Mektebetü's-Sekafe'de kitabı görmüş ve bir nüsha almış, okuyunca hayretler içerisinde kalmış ve bir nüsha daha alıp onu da Veliahd’a hediye etmiş ki, kendileri ancak bu kitabı okuduktan sonra Şeyhu’l-İslâm’ın Mısır'da olduğundan haberdar olabilmişler. Muhtar Bey'den kendisini araştırıp bulmasını istemiş o da arayıp dururken Ezher'deki Türk revaklarına kadar gelmiş, oradakilere sormuş.
Hocamızla olan münasebetimiz nedeniyle bizim evi göstermişler; geldi, ben de kendisine hocamızın adresini verdim. Kendisine gitti ve Veliahd’ın selam ve hürmetlerini arz etti ve dedi ki “Veliahd Mehmed Ali Paşa zat-ı âlilerinizi ziyaret etmeyi çok istiyorlar ancak içinde bulunduğumuz siyasî durumda sömürge yönetiminin ve ordusunun buna müsaade etmemesi sebebiyle bunu yapamadılar; tabi bunu yaptığı takdirde memleketi idaresi altında tutan bu sömürgeci güçlerin zat-ı âlinizi rahatsız etmelerinden endişe etmektedirler. Bu sebeple uygun görürseniz sizi kendilerine götürmek üzere beni gönderdiler.” Hocamız muvâfık gördüler. Ertesi gün Muhtar Bey kendisini almaya geldi; bir arabayla Nil kenarındaki saraya gittiler. Saraya vardıklarında Paşa kendilerini büyük bir hürmetle, son derece güzel bir şekilde karşıladı. Sonra öğle yemeğini birlikte yediler. Ayrılırken Türkçe’yi gayet güzel konuşabilen Paşa, Şeyhu’l-İslâm'a, “Muhterem üstadım, bizim zat-ı âlilerinize ikramda gecikti(rdi)ğimiz bir husus var ki, kabulünü istirham ediyorum dedi –ki bu da oniki Mısır Cüneyhi aylık bağlanması idi–. Hocamız bunu kabul etmek istemedi ancak çok ısrar edince kabul etmek zorunda kaldı. Paşanın vefatına kadar bu aylık kendisine ödenmeye devam etti… (devam edecek)  
 
 
 Örnek Şahsiyetler…
“SULTAN BABA” HACI İHSAN TAMGÜNEY HOCAEFENDİ
            Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı.          
           Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı; herkesin derdini dinler, müşkili olanların dertleriyle hemhal olurdu.
          1904 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya gelen Sultan Baba’nın, 2 yaşında babası, 6 yaşında da annesi vefat etti. Yetim ve öksüz olarak büyüyen H. İhsan Tamgüney, 1954 yılında İstanbul’a gelerek Zeytinburnu ilçesine yerleşti.
          Her halinde tevazu, şefkat, nezaket, hassasiyet ve fevkaladelik olan Sultan Baba’nın milletimize, İslam alemine ve insanlığa çok büyük hizmetleri vardı.
         İstikameti veCömertliğiyle meşhur olan Sultan Baba, 24 Kasım 1991 Cumartesi günü dünyaya elveda, ukbaya merhaba dedi. Ulvi davete icabet etti. Allah rahmet eylesin. Fatiha en büyük ikram.
        Okul gibi dükkanı vardı…
        İstanbul’a geldikten sonra Zeytinburnu’nda açtığı bakkal dükkânı manevi derslerin okutulduğu bir okul gibiydi. Dükkânın yanında bir de kulübe gibi küçük bir evi vardı.
       Gündüzleri saim, geceleri kaim olarak geçiren Sultan Baba’nın ikamet ettiği mütevazı evi, dergah olarak kullanılıyor, gelen-giden misafirler için yemekler pişiriliyor, haram olan günler dışında her gün iftar ve sahur sofraları kuruluyordu.
       Ümmetin kurtuluşu için…
       Asla sadece kendi nefsi için dua etmezdi. Sultan Baba, dualarında, Ümmet-i Muhammed’in esaretten, sıkıntılardan ve baskılardan kurtuluşu için yalvarır, kuşlar gibi çırpınırdı.
      Etrafında bulunanlara, çocuklarına ve sevenlerine Allah yolu’nda yürüyen, Müslümanların birliği için çalışan, yürekli ve dürüst olan siyasi lidere yardımcı olmalarını öğütlerdi.
      Terazisi şaşmaz…
      Bir yanda dava, bir yanda yuva, ancak o hiç vermedi mola... Sultan Baba, Arhavi, Bilecik, Zeytinburnu adreslerinde ikamet etmiş dört erkek, biri kız, toplam beş çocuk babası idi.  Helal lokma için çalışan Zeytinburnu esnaflarındandı… Az konuşur öz konuşur idi. (ya sus, ya hakkı söyle, imana düşmesin gölge.)
        Tartısı şaşmaz, yaratılandan korkmazdı.
        Dik ve sert yürür, hikmetli bakar, ağzından bal akardı. Uzun boylu olmadığı halde çok heybetli gözükürdü. İslamın emirlerine göre yaşayan cefakâr ve vefakâr bir insandı. Bazen bir komutan gibi sanki hükmeder. Bazen öyle yumuşak, gören melek der. Evet
böyle celal cemal özelliğine, güzelliğine sahip Efendi hazretleri, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamberi’nden, O yaratılanın en güzelinden örnek almış, güzel mi güzel bir insandı.
         Gerçek dervişler ve sahteleri…
         Bir gün genç bir üniversite talebesi Sultan Baba’yı ziyarete gider. Elini tazimle öper ve Sultan Baba’ya sorar:
“Sultan Baba, sahte dervişleri gerçek dervişlerden nasıl ayırabiliriz. Yani ölçü nedir?”
Sultan Baba, O’na şefkat nazariyle bakarak şu cevabı verir: “Bak evladım, sana üç tane temel ölçü söyleyeceğim. Bunlara uyanlar gerçek, diğerleri sahte derviştir:
1- Gerçek dervişler, haramlardan kaçınırlar, 2- Gerçek dervişler, farz olan ibadetleri mutlaka yerine getirirler. Sünnetleri de terk etmezler. 3- Gerçek dervişler, dünya işleriyle de ilgilenir ancak, hiç bir zaman ahireti unutmazlar.”
      
        Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Rahmi amca sormuş: “Sultan Baba, Osmanlı padişahları tasavvuf a nasıl bakıyordu?”
         Sultan Baba, Rahmi amcanın bu sorusuna şöyle cevap vermiş: “Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra gönül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin derinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı. Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu. Devlete adını veren Osman Gazi'den itibaren son padişaha kadar genelinde bu özellikleri görmek mümkündür. Osman Gazi'nin bir ahî şeyhi olan Şeyh Edebâlî’nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bâriz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine binâ etmiştir.
        Talebeleri bir gün Sultan Baba’ya sordular: “Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?”
        Sultan Baba, talebelerinin sorularına şu cevabı verdi: “Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için şu ölçülere ihtiyaç vardır. 
1- Ehl-i sünnet ve ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,
2- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel),
3- Düzgün bir muâmelât ,
4- Muhammedî bir ahlâk.”
       Sultan Baba’nın “Tasavvuf nedir ?” sorusuna verdiği cevabı:
a- Tasavvuf manevi tecrübe ile anlaşılan hal ilmidir,
b- Tasavvufi bilginin konusu ma'rifetullah'tır,
c- Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,
d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübe ilmidir.
e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir.
f- Tasavvufi eğitim,  “tarikat” denilen özel yollarla kat’edilir.
 
 
        Şifa ayetleriyle tedavi
        Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, devrinin insanlarına Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetlerini okuyarak Allah’ın izniyle tedavi ederdi.
       Sultan Baba’nın sadık talebelerinden rahmetlik Harun abi bir gün: “Sultan Baba, dervişlik nedir?” diye sormuş.
       Sultan Baba, Harun abinin bu sorusuna Yunus Emre’nin dilinden ve yine O’nun mısralarıyla cevap vermiş: “Beni iyi dinle Harun evladım. Burada bulunanlar da iyi dinlesinler. Çünkü dervişlik, pirimiz Yunus Emre’nin dediği gibidir. Yani: ‘Dervişlik olaydı tâc ile hırka/ Biz dahi alırdık otuza kırka’ Yine Yunus Emre diyor ki:  ‘İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Bu nice okumaktır’ Kısaca, tasavvuf; insanlara önce kendini sonra Rabbini tanıtma (ma'rifet) yolunu gösterir. Yolun kenarındaki trafik işaretleri gibidir.”
        Kul Allah ile olunca…
        Sultan Baba’nın, cihadı keramet, kerameti cihaddı. Küçük dükkânının etrafına kasıtlı olarak iki defa gaz döküp kibrit çaktıkları halde tutuşmamış, yanmamış. "Kul, Cenab-ı Allah ile, O’nun yolunda olunca, yol boyunca kimse zarar veremez "diyordu.
       O,  Peygamber Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmış bir insandı. O’nun gibi ibadet eder, O’nun gibi zikir yapardı. ‘Dünya bir misafirhane, asıl yurdumuz ahirettir’ diyordu.”
       Sultan Baba’yı ziyarete gelen Gaziantepli bir emekli öğretmen: “Sultan Baba, seyr-i sülük ne demektir?” diye sormuş. 
      Sultan Baba, şu cevabı vermiş: Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr-i sülûktür. Lügatte seyr gezmek ve yürümek demektir. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülûk tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir.  Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen safahatın adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk‘a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsân) şuûruna ermek, dâimâ Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından
kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.”
       Bir insanın kalbini kırmak…
       Sultan Baba, insanların kalbini kırmamaya dikkat ederdi. Talebelerine de kimsenin kalbini kırmamalarını tavsiye ederdi. Bir insanın kalbini kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu ise şöyle açıklardı: "Gerekirse Kâbe’yi yık, ama bir insanın kalbini yıkma.
Çünkü Kâbe’nin mimarı, insan. O’nu yıkarsan yine yapılır. Fakat bir insanın kalbini yıkarsan o yapılamaz. Çünkü ustası yok.”
        
 
 
 
 
Kime oy verelim?
         20 Ekim 1991 seçimleri yapılacak. Üç tane üniversite öğrencisi Sultan Baba’ya “Kime oy verelim?” diye sormuş. Sultan Baba da: “Evladım benim kıyafetimi görünce tavsiye edeceğim partiyi veya şahsı da tahmin etmişsinizdir. Siz en iyisi bir tane Papaz ve bir Haham’a sorun. Onlar kime oy vermeyin derse O’na verirsiniz” karşılığını verir. Gençler giderler, bir Papaz ve bir de Haham bulup sorarlar. Cevap, malumunuz: “Erbakan ve partisine (Refah’a) oy vermeyin de kime verirseniz verin” Bu cevaptan sonra Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a ve partisi Refah’a oy veren gençler, siyaset gerçeğini de öğrenmiş olurlar.
         Sultan Baba, “İman var ya iman; işte o ne büyük hazine. İnsan bir düşünebilse” derdi. 
       En büyük kahraman kimdir?
       Sultan Baba diyordu ki; "En büyük kahraman, çavuşu (nefisi) esir alandır. Sen ona emret, o sana emretmesin. Onun ifadesi ile nefsin ismi çavuş. Öldür onu, Rabbine kavuş. Hak tokmağı ile vur, beynini patlat. Bu en büyük cihad. Bütün azalar kalbe, kalp teslim olmuş Rabbe. Gece feryat, gündüz cihad, Tam bir ömür hey hat!.. Ne muhteşem bir manzara.
     “Tasavvuf;  Peygamber Efendimiz’i örnek alarak yaşamaktır…”
      “Tasavvuf; Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Kalp ve ruhunu, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu sıfatlarla donatmaya çalışmaya tasavvuf diyoruz. İlahi ahlâk ise, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıdır"
       İslam Birliği’ni savunurdu…
       Sultan Baba hayatı boyunca İslam Birliği’ni savunur, bu birliğin kurulması için elinden gelen çabayı harcardı. Müslümanlar arasında nifak çıkaranları kınar, ihanet edenlerin çok büyük bir azaba düçar olacaklarını söylerdi.
       Üzerine güneş doğmamıştı
      Sultan Baba’nın hayatı boyunca, üzerine gün doğmamış, güneş onu yatakta bulamamış.
“Bugün Allah için ne yaptın?” prensibine inanan ve bu inançla hizmet eden Sultan Baba, dünya ve Türkiye gündemini yakından takip eder, Millî Gazete okur ve okuturdu. Ziyarete gelene bir gazete bir sabun, hikmetini siz bulun...
        Mücahid şeyh
       Doğuştan mücahid Sultan Baba,”Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız. Orada olmaya mecburuz.”derdi. 
      Sultan Baba’nın büyük oğlu Ahmet abi (Tamgüney) anlatıyor: “Bir Afgan mücahidi. Hindikuş Dağları’ndan kalkmış, Sultan Babamın Zeytinburnu’ndaki dükkânını aramış bulmuş. İçeri girer girmez, Sultan Baba’mın ayaklarına kapandı ve şöyle dedi: “Sizi verdiğiniz adresten buldum Ey Allah dostu. Ve Size mücahidlerden çok selam getirdim. Aç susuz yiğitlere su veren, sepetinden simit dağıtan sizdiniz? Buldum sizi.” Afganlı mücahit, masadaki zemzem tasını görünce, O’nu tanıdı. O da biz de şok olmuştuk.”
Yine Sultan Baba’nın oğlu Hüseyin abi anlatıyor: “Arafat’ta bulunuyorduk.  Bir anda Afgan mücahidleri Sultan Baba’mın etrafını sarıp ellerine sarılıp öpmeye başladılar. ‘Mücahid Şeyh!.. Mücahid Şeyh!.. Hindikuş Dağları’nda bizimle savaştın. Sen O’sun’ dediler.
 
 
Ben de ‘Dergahından hiç ayrılmayan gözleri görmeyen babam nasıl olur?’ dedim ve hayretler içinde kaldım. Sultan Babam sanki bir ayıp işlemiş gibi, ‘Yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu. Sultan Baba da diğer Allah Dostları gibi; tayyi mekân tayyi zaman sırrına sahip çağlar üstü insanlardan biriydi.
        Şafak sökene kadar, makamı Hüda’da bazan kıyamda, bazan secdede yalvarır, ağlar dua yapardı.  O yaralı kalplerin tercümanı idi. Geceleri sessiz sesiz ağlardı. Mübarek göz yaşları sakalını tel tel ıslatırdı.
        O bir Kur’an Aşığıydı
        O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını ve kafir olduğunu söylerdi. Kendisi devamlı Kur’an okurdu. Çünkü O Kur’an aşığıydı. Hz. Osman gibi her sohbetine Rahman ve Rahim olan Allah’ın Kur’anı ile başlar, sohbetini yine Fatiha ile bitirirdi.
      Zikir sohbetlerinden önce 3 defa “Allahu ekber, Allahu ekber, La ilahe illallahu vallahu ekber” diye tekbir getirilir, tekbirin Türkçesi olan “Ya yücelerin yücesi  Allahım, Sen’den başka ilah yoktur. Vallahi Sen Ekbersin. Bütün Hamdü Senalar Sana aittir” cümlesi yine üç defa tekrar edilirdi. Sonra yine üç defa “Eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” denilerek kelime-i şehadet getirilirdi. Bunun Türkçesi olan “Şehadet ederim ki Allah’dan başka ilah yoktur. Yine Şehadet ederim ki Muhammed (a.s.) Allah’ın kulu ve elçisidir” cümlesi üç defa tüekrar edilirdi. Sonra 500 defa “Estağfirullah el azim” diye istiğfar edilirdi. Bir Fatiha-i şerif, 11 İhlas-ı şerif okunurdu. Felak ve Nas surelerinden sonra yine Fatiha-i Şerif okunur, bu surelerden sonra 500 kere “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi  ve sahbihi vesellim” selavat-ı şerif okunurdu. Sultan Baba “Faelemennehu” dedikten sonra 1000 defa Lailahe İllallah=Yoktur İlah Allah’dan başka” denirdi. Bin defa da “Allah” denirdi.  Sonra 100 defa Cenab-ı Allah’ın güzel isimlerinden (Bütün güzel isimler Allah’ındır) “Ya Tabib”, 100 defa “Ya Müsebbibel Esbab” 100 defa “Ya Hay”, 100 defa “Ya Kayyum” denir. Tekrar 100 defa  “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi  ve sahbihi vesellim” denir. Tekbir ve şehadet getirilir. Fatiha okunduktan sonra Sultan Baba’nın “Amin” demesiyle duaya başlanırdı.
Allah Rızası için okunan Fatiha ile ders sona ererdi. Dersten sonra mutlaka çay ikram edilirdi.
        İhlasın zıddı, riya
        Bir gün Hüseyin Hoca, Sultan Baba’ya, “İhlas nasıl elde edilir?” diye sormuş.
       Sultan Baba, Hüseyin Hoca’ya şu cevabı vermiş:
“İhlası elde etmek için güzel ameller işlemeliyiz. Bunun için de yaptığımız her ameli bizi yoktan var eden Allah emrettiği için yapmalıyız. Kurtuluş, ancak ihlas ve sıdk ile mümkündür. İhlasın zıddı, riyadır. Riya ise, yapılan işin Allah emrettiği için değil de, gösteriş için, yani desinlere yapılmasıdır. Ey Hüseyin Hoca, şunu hiç unutma, kendi haline bırakılan nefis, riyaya yönelir. Terbiye edilen nefis ise, böyle aşağı şeylere tenezzül etmez; doğrudan doğruya Allah’a müteveccih olur.”
          
         Huzura kavuşmak için neler yapmalıyız ?
         Sultan Baba’nın talebelerinden Türkistanlı Taceddin abi: “Dünya ve ahirette huzura kavuşmak için neler yapmalıyız?” diye sormuş.
Sultan Baba, “İki cihan saadeti istiyorsanız, yani her iki dünyada da iyiliklere, rahat ve huzura kavuşmak istiyorsanız, şu sayacaklarıma sahip olmanız gerekir. Bunlar:
1- Sağlam ve doğru bir imana sahip olmak. Böyle bir imana kavuşmak için de, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve inanmak gerekir.
2- İnsanların saadeti için, dinin emir ve yasaklarını öğrenmek. (Dinimizde bildirilen helalı, haramı ve diğer hususları öğrenmek ve buna uygun hareket etmek.)
3- Kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesi. Çünkü nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup onlar gibi amel etmek gerekir.
4- Bir kimse doğru imana kavuşur, dinin emirlerini seve seve yerine getirirse enbiyaya, evliyaya ve melaikeye benzer ve onlara yaklaşır.
         Kuvveti değil Hakk’ı Üstün tutmak…      
         Sultan Baba’nın kuvveti değil, Hakkı üstün tutan Milli Görüş’ü desteklediğini belirten oğlu Hacı Hüseyin Tamgüney diyor ki: İstikameti hiç değişmedi. 1969 yılında Erbakan Hoca’nın Bağımsızlar hareketini başlattığı zaman O’nun yanında Mehmed Zahid Kotku hazretleri, Sami Efendi hazretleri, Mahmud Efendi hazretleri, Kayserili Hasan Efendi, Konyalı Ali Ulvi Kurucu bey, Bayburtlu Dede Paşa hazretleri ve Sultan Babam yer aldı. Millî Nizam böyle kuruldu.
24 Kasım1991’e, yani dünyasını değiştirene kadar bu çizgide yürüdü. Sultan Babamız, siyasette de istikamet sahibiydi. Sultan Babam’ın ‘Kim iktidarda ise, onu destekleme’ zihniyeti asla olmamıştır… Bizim hedefimiz Hakk’ın ve adaletin hakim kılınmasıdır.
           Siyonizm’e hizmet etmeyin…
         "Rahmetli Sultan Babam, dünyadaki gelişmeleri anında takip ederdi. Mesela Irak, İran’a vurduğu zaman bunun ‘Siyonizmin bir oyunu olduğunu’ ilk fark edenlerden biri Türkiye’de rahmetli babam olmuştur.
          Sultan Babamız hesabi değil, hasbiydi.
Sultan Babam, Müslümanların darmadağınık oluşuna, birlik ve beraberliğin sağlanamayışına, perişan
halimize çok üzülürdü ve çok ağlardı. Bu yüzden ömrünün son aylarında göz tansiyonu oluştu ve sağ gözünden ameliyat olmuştu….
       Peygamber Efendimiz'in siyasi görüşünü çarpıtarak örnek gösterip "Din siyasetegirmemeli" inancında olan efendilere karşı "siyaseti dinin emrine vermeliyiz' görüşünü savunurlardı.Allah Rasülünün (sav) sadece takva ve ibadet yönünü rehber edinmeyip, o'nun aynı zamanda ordusunun başında bir kumandan, devletin başında bir idareci, camide bir imam oluşunu dile getirir, böylece topyekûn olarak örnek alınmasının gerekliliği vurgularlardı. Cihadın sonu şehadettir, buyururlardı. Daima yapıcı ve toparlayıcı olmayı tavsiyeeder, en güzel ve tatlı bir üslupla konuşulmasını isterlerdi.
          Sultan Baba keramete katiyyen kıymet vermezlerdi. Hatta en büyük kerametin İslâm ve Kuran üzerine kurulu bir hayatın son nefese kadar devam etmesi olduğunu söylerlerdi…
 
 
SULTAN BABA’NIN HİKMETLİ SÖZLERİ
 
– Selamet bulur insan, okursa Kur'ân,
– Mutlaka namaz, yapma naz.
– İnsanı imanı yüceltir.
– Ezan-ı Muhammedi insanları huzura çağıran en büyük huzur.
– Anneler kıbleye dönün, abdestli olun, bebeğinizi salavatla emzirin (gaz rahatsızlığı olmaz), sevapları mizana getirin.
– Hamile kadın sürekli Kur'ân okusun, bebeğini Kur'ânla doyursun.
– Abur cubur yemeyin, bebeği zehirlemeyin.
– Küfür 100'dür. 99'unu dil işler. Dikkat etsin fertler.
– Halkayı zikir, pak eder, kalmaz KİR.
– İnsan ham demir, ancak zikirle erir.
- Dert çile kula haktan hediye.
 Ümmet olmak kolay mı böyle büyük NEBİ'YE?
– Hak aşkı vezir, Halk aşkı rezil eder.
– İlahi mûsikî dinlendirir.
– Müzik aşıkın aşkını, fasıkın fıskını artırır.
– Abdestli olan kişi nefse, şeytana karşı silahlıdır, yenilmez.
– Dua ile mağriptekinin yanında olun. Vebalidir her kulun.
- Hal ehli edep ehli, onu okşar seher yeli
– Gece ibadeti çok efdaldir, o ne güzel haldir. Hal ehlinin virdidir. Ölse de hâlâ diridir.
- Allah dost, Allah yar. Allah’dan başka ne var?
– Boş konuşmamak için lisan orucu tut, nur dolsun vücut,
– Ya sus, ya Hakkı söyle, imana düşmesin gölge.
– Allah etti damladan beden, olduk mahlukata hükmeden.
– Dinimizde tembellik yok! Harama olsun karnın tok.
– Haram yiyen, yalan der, yalan diyen haram yer
– Kalp kırmayın, ateşle oynamayın,
– Sabah namazını vaktinde kıl.
- Çek Besmeleyi başla işe, yüzüne gelsin neşe.
– Yetişirler kula, Kulu sebep kılar Mevlâ, Gelir ayağa deva, Kulum dese Mevlâ
- Başkasında kusur arayan, kendi kusurlarını göremez.
- Nefsini yenen,  Ebedi gülen.
- Yen nefsini, azat et kendini.
- Edep dersi, adam eder nefsi.
- Kul verir bir kere, Rabbim bin kere.
- İbadet, ahlâkı güzelleştirir. Ahlâk kulu özelleştirir.
- Kâmil iman, ahlâk-ı Kur'ân. Güzel ahlâk büyük nimet, Kötü ahlâk büyük zillet.
- Geldiğin zaman boşluk dolduran değil,
gittiğin zaman yeri doldurulamayan ol…
  
            En Büyük örneğimiz ve önderimiz Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in yolunda örnek bir hayat süren, ömrünü Hak davaya adayan, gönül insanı, istikamet sahibi, mümtaz şahsiyet, Allah Dostu “Sultan Baba” İhsan Tamgüney Hocaefendi’ye  Rabbimiz’den rahmet niyaz ediyoruz. Rabbimiz bizlere onlardan istifade edecek bilinci lütfeylesin. Amin.
 
(Bu çalışma Milli Gazete’den istifade edilerek hazırlanmıştır.)
 
 

  Hoşsâdalar   

bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46890 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol